Uydu Sistemleri Nasıl Ortaya Çıktı ?

İnsanların sürekli hareket halinde olması, işlerini hareket halinde yapmaya çalışmaları teknolojinin de bu hareketli yaşamı destekleyecek şekilde gelişmesine imkan vermiştir. Artan hareketlilik sonucunda “mobilite” kelimesi hayatımıza girmiş ve kullanılan cihazlar da bu hareketliliğe uyum sağlar hale gelmiştir.

Büyükten küçüğe hepimiz teknolojinin avantajlarını kullanmakta, hatta yaşamımız bu teknolojilerle iç içe devam etmektedir. Kablosuz internet bağlantılarını sağlayan 3G, 4G, 5G WiFi, WiMax ve LTE gibi teknolojiler sayesinde mobil cihazlarımız üzerinden internet hizmetleri sürekli ulaşılır olmuştur. Sağlanan sürekli internet bağlantısı sayesinde mobil cihazları bizler için neredeyse 6.duyumuz haline gelmiştir. Teknoloji yaşamından biraz olsun uzaklaşıp kapsama alanı dışında kalan yerlere gittiğimizde 6.duyumuzun ne kadar hayatın içinde olduğunu hemen hepimiz fark edebiliriz.

Haberleşme teknolojilerinden uzak olan açık deniz, orman gibi yerlerde 3G, 4G, 5G, WiFi, WiMax ve LTE gibi dar alan kapsama teknolojileri yeteriz kaldığından, bu gibi durumlarda uydu teknolojilerinin kullanımı önem kazanmıştır. Bu sebeple uydu sistemlerin nasıl ortaya çıktığının anlaşılması için uzay ve güneş sistemi ile ilgili insanoğlunun bilinen ilk düşüncelerini hatırlamak faydalı olacaktır.

Güneş Sistemi ile ilgili ilk düşünceler M.Ö 500 yıllarında Pisagor tarafından dile getirilmeye başlanmıştır. Pisagor dünyanın yuvarlak olduğunu, gezegenlerin dünya ile birlikte bir merkez etrafında bulunan bir eksen üzerinde döndüğünü ifade etmiştir. Pisagor tarafından tanımlanan gezegen hareketlerini M.Ö. 200 yıllarında Heraklides güneş, gezegenler ve ay ile ilgili olarak yeniden ifade edilmiştir. M.S. 135 yıllında Batlamyus kendi gözlemlerine dayanarak gezegen hareketlerinin matematiksel modeli oluşturmuştur. Söz konusu model nihayet M.S. 1400 yıllarında gerçeğe yaklaşmaya başlamıştır.

Kopernik ve çeşitli bilim adamları tarafından yapılan çalışmalar neticesinde Güneşin merkezde olduğu “Güneş Merkezli Evren Modeli” ortaya çıkarılmıştır. Sonunda Kepler tarafından anlaşılan ve geliştirilen yasalar sayesinde “Güneş Merkezli Evren Modeli” Teori’den Kanun’a geçmiştir.

Peki bu “Güneş Merkezli Evren Modelinde” gezegenler birbirlerine ne çeşit bir kuvvet uyguluyordu da gezegenler Güneş etrafında yörüngesel bir hareketi nasıl gerçekleştiriyordu? Bu soruya cevap verebilmek için ortaokul sıralarında öğrenmiş olduğumuz Newton’un Evrensel Çekim Yasalarını Kepler Yasalarını yeniden gözden geçirmenin faydası vardır.

İnsanoğlunun uzay ve yapısı hakkındaki merakı zamanla uzaya ulaşmak ve uzayı kullanmak üzere gelişim göstermiştir. Gelişen teknoloji ile birlikte insan yapısı araçların uzaya gönderilmesi fikri ortaya çıkmış, bu fikrin ilk örneklerinden biri olarak Jules Verne’nin “Aya Seyahat” isimli romanını yeni ufukların açılmasına ön ayak olmuştur.

Jules Verne’nin “Aya Seyahat” isimli romanı ile başlayan uzaya ve aya ulaşma isteği Artur C. Clarke ile hayata geçmenin ilk adımlarını atmıştır.

Artur C. Clarke uyduları, dünya yüzeyinden çok yükseklere ulaşan alıcı-verici antenlere benzetmiş ve uyduların iletişimde kullanılması fikrini Wireless World Dergisi’nin Ekim 1945 tarihli sayısında yayımladığı “Extra Terrestrial Relays” başlıklı makalesinde belirtmiştir. Makalesinde; uyduların Dünya’dan 36000 km uzaklıktaki bir sabit bir yörüngeye yerleştirilmesi ile dünyadan gönderilen sinyallerin bu uydular aracılığı ile dünyanın farklı noktalarına ulaşabileceğini belirtmiştir.

Bu fikir pek çok araştırmacı ve bilim insanının ufkunu açarak günümüz uydu teknolojilerinin geliştirilmesi için bir başlangıç oluşturmuştur. Günümüzde uydular aracılığı ile sesli iletişim, görüntülü iletişim, meteoroloji araştırmaları, uzaktan algılama ve tespit ile internet erişimi gibi çok çeşitli hizmetler sağlanmaktadır.

Artur C. Clarke, 2.Dünya Savaşı sırasında İngiliz Hava Kuvvetlerinde radar uzmanı olarak görev yapmış, uçaklara karşı ilk erken uyarı sistemini, radar teknolojisini kullanarak geliştirmiştir. Savaş sonunda Londra King’s Collage’da matematik ve fizik dallarında en üst başarı ile ödüllendirilmiştir.

Dünya tarihini değiştiren ve insan eli ile yapılmış olan ilk uydu Ekim 1957 tarihinde Sovyetler Birliği tarafından uzaya fırlatılmıştır. “Sputnik” adı verilen, 80 kg. ağırlığında ve basketbol topu büyüklüğündeki bu uydu, yörüngesine başarı ile yerleşmiş ve dünya etrafındaki bir tam turunu 4 Ekim 1957 tarihinde yaklaşık 100 dakikada tamamlamıştır.

Bu gelişme ile insanoğlu gökyüzü ve uzayın derinlikleri ile ilgili çalışmalarına hız vermiştir. Sputnik’ten sonra, Amerika Birleşik Devletleri 1958'de “Explorer” adı verilen uyduyu uzaya göndererek dünyanın çevresindeki manyetik ışıma bantlarını gözlemlemiştir. 1962 yılında fırlatılan “Telestar” uydusu, Amerika ile Avrupa arasındaki ilk telefon görüşmelerini ve ilk siyah beyaz fotoğrafı iletmiştir. 1963 yılında fırlatılan diğer “Telestar” uydusu ile de Japonya ve Avrupa arasında ilk doğrudan bağlantı tesis edilmiştir. Bu tarihten günümüze kadar uydu sistemleri tüm dünyanın takip ettiği teknolojik gelişmelere sahne olmuştur.

Uydu sistemleri, karasal sistemlerden bağımsız olabildiklerinden, özellikle hiç bir alt yapının kalmadığı deprem gibi doğal afetler sonrasındaki tespit çalışmalarında da büyük bir öneme sahiptir. Karasal hatlarda olduğu gibi kurulum zorlukları ile karşılaşılmadığından, Hindistan, Çin ve Brezilya gibi geniş hizmet alanlarına sahip ülkelerde uydu kullanım oranı oldukça yüksektir. Fiyatların daha uygun hale gelmeye başlaması, kullanılan uydu teknolojilerinin gelişmesi neticesinde de uydu telefonlarını gündelik hayatta da kullanmaya başlayacağımız günlerin yakın olduğunu söyleyebiliriz.

H.Koray Tutkun